3 Eylül 2011 Cumartesi

Aşkta İyiler Erken Ölür

Aşkta İyiler Erken Ölür

İyiler erken ölür...
Birini ay çağırır, öbürünü denizler, bir diğerini uçurumlar...
İyiler hisseder önce, iyiliklerine bu hayatta yer olmadığını.
Bu hayatın kötülere, çıkarcı ve acımasız olanlara göre düzenlendiğini hissederler...
Acı verir onlara iyi kalplerini karanlık bir yerde gizlice terketmek... Ne kadar acı verse de onlara ait olmayan bu dünyayı herkesten daha çok ciddiye alırlar bu yüzden..
Geride kalanlar bilmeseler de iyilerin incitilmiş kalpleri sayesinde yaşadıklarını...
Sonunda iyiler erken ölür...

Belki gizlice farkeder, belki hemen unutmak isteriz. Çünkü onlar gözlerimize bakarlar. Gözlerimizde gözlerimizi ararlar. Hiç umut yok mu, der gibi bakarlar. Kanayan bir özlemle bakarlar...
Çünkü onlar için en kötüsü herşeyi bile bile yaşamaktır.
Ve asıl acısı kendilerine yar olmayan bir dünyada yaşıyor gibi yapmaktır onlar için... Yaşamadan yaşıyor gibi yapmak...
Erken ölmüşler gibi görünseler de, bu dünyada en çok bekleyenler iyilerdir.. En derinlerinde, 'yaşamak beklemektir' onlar için.
Çevrelerinde hep acele eden insanlar vardır oysa. Hep isteyen, hep arzulayan, hep başarmak derdinde olan... Soluk soluğa, telaşlı, hoyrat...
Oysa iyiler kendilerinden ne istenirse karşılıksız verirler. Sessiz ve dingindirler böyle anlarda... Dostluklarını, zamanlarını, ışıklarını, gerekirse bedenlerini, enerjilerini... Ne isteniyorsa, hemen o an verirler...
Bu dünyanın kendilerine yar olmadığını ve olmayacağını anladıkça hesap sorarcasına, karşısındakini biraz olsun sarsabilmek için ve çoğu kez hayatlarını yok sayarcasına verirler...
Ama ne yapsalar horlanmaktan kurtulamazlar. Küçümsenmekten.Ve belkide bir evrenin aşk testi ile dolu insanlarıdır görünenler yada bir kaç benimsenmeyen ,önemsenmeyen kişileri arasındadır
Bu dünyanın en zavallı, en güçsüz kötüsü bile iyinin kokusunu alır. Hisseder onun başka yere ait sonsuz bir misafir olduğunu. Hissedince izin verir içindeki cellada.
Oysa iyilerin kurbanı başkaları değil, sadece kendileridir. İçlerindeki o dinmek bilmeyen acı işte buradan gelir. Bu dünya onlara yar olmuyordur... Hissettiklerinin, sevgilerinin, hayallerinin bu hayatta hiçbir karşılığı yoktur... Herkesin kurbanıdırlar... . Onların kurbanı ise yine içlerindeki o en dilsiz, o en kanayan, o en çıplak kendileridir...
Herkes tarafından horlananları öyle çok severler ki çoğu kez kendilerini bile kimsesiz bırakırlar..
Kendilerini en çok derin ve öksüz bir acıyla hatırlarlar bu yüzden..
Bir gönül yıpranmasıyla...
En büyük günahın içlerindeki o en çıplak, o en kanayan, o en dilsiz acıyı kimsesiz bırakmak olduğunu bilseler de, yine de hep yaparlar bunu. Birkez bu dünyaya gelmişlerdir, birkez görmüşlerdir göreceklerini.
Başkalarının acılarını öylesine sahiplenirler ki kendi acılarını, o dilsiz, o çıplak yaralarını bile kimsesiz bırakırlar... Bu onların en büyük günahıdır. Bu günahla yaşarlar, bu acıyla.. İşte bu günahtır onları ait olmadıkları bu hayata bağlayan... Bu günah yüzünden sorumlu hissederler kendilerini yabancısı oldukları bu dünyaya. Gitmeden, veda etmeden birşeyler yapmak isterler. İyi ve güzel şeyler...
Yaptıklarına bir yankı beklerler. Bir umut. Uzanacak sahici bir el. Bu dünyaya ait olmadıkları halde kimselerin almadığı kadar ciddiye alırlar bu hasta dünyayı, bu hasta insanları.
Yaptıkları her eylemin, söyledikleri her sözün onları biraz daha kirlettiğini, biraz daha aşağı çektiğini bildikleri halde bilmezlikten gelirler... Bu dünyaya, bu hayata duydukları her umudun; yaptıkları her eylemin, söyledikleri her sözün içlerindeki acıyı biraz daha dilsiz, biraz daha kimsesiz ve çıplak bıraktığını bildikleri halde bilmezlikten gelirler...
Bu boşuna inanış kendilerine duydukları o derin kırgınlık olarak geri döner sonunda. Hayat değildir suçlu olan; bu binlerce yıl önce konmuş insanlık yasaları değildir.. Bir suçlu varsa, olması gerekiyorsa bu yine kendileridir... Böyle hissetmeye ikna ederler kendilerini...
Çırpınırlar... Çırpınırlar... Çırpınırlar....
Nilgün Marmara, bu dünyaya ait olmadığını biliyordu. Ama yine de çırpındı. Şiir yazdı mesela. Kimsesiz ve horlanan şairleri evinde ağırladı. Düşlerini anlattı insanlara...Sevgisini olabildiğince paylaştı karşısına kim çıkarsa... Tıpkı kendisi gibi iyi ve bu dünyaya ait olmayan Tezer Özlü gibi sonsuz beyaz bedenini isteyenlerle paylaştı... Dudağının kenarında masum bir kan vardı Nilgün'ün. Esirgeyen bir ışık... Bu hayatı ne kadar ciddiye alsa da, kendisini ne kadar kirletmeye uğraşsa da, o masum kan; o esirgeyen ışık, onun bu dünyaya ait olmadığını hissettirirdi... İstese de kirlenemezdi o... Çünkü karşılıksız adamıştı kendisini bu dünyaya... Bir veda halinde..
Ömründe birkez çalıştı. Bir reklam ajansında. Ne tuhaftır ki bu ilk işinde kendisinden ölen müşterilerden birinin ölüm ilanını yazmasını istemişlerdi. Yazdı mı, yazmadı mı bilmiyorum. Ama o günün akşamı işten ayrıldığını biliyorum.
İntihar etmeden birkaç gün önce yakın bir arkadaşına, beni aydan birileri çağırıyor, demiş. ... Geride hiçbir not bırakmadı. Aydan, buraya gel, diyenlerin çağrısına uydu sadece... Adım gibi biliyorum bu dünyaya ait değildi. Ve o bunu çok önce anlamıştı. Sadece bu dünyada biraz çırpındı o kadar...
Bir akşam vakti, yirmi yedi yaşında; o dokunulmaz güzelliği ve ağzının kenarında ışıldayan o masum kanla kendisini boşluğa bıraktı...
Tanıklar söylüyor, yere düşerken hiç çığlık atmamış...
Dağcı İskender Iğdır'ı hayatımda birkez gördüm. Ağrı Dağı'nda düşüp ölmeden birkaç gün önceydi. Elini sıktım. Hava karanlıktı, ama gördüm; onun da ağzının kenarında garip bir ışık ve masum bir kan vardı. O an garip bir mahçubiyet duydum... Öylesine iyi ve aydınlık bir hali vardı ki birden içim ürperdi. Bu dünyaya ait değildi o. Onunla çok konuşmak istemedim. Sanki konuştukça kirlenmişliğim açığa çıkacak gibiydi. Sanki içimi okuyor gibiydi... İstanbul'un pahalı barlarının önüne son model jeeplerini parkedip herkese hava atan kimi AKUT'çulardan değildi o. Bu dünyada misafirdi.
Deprem bölgesine yardıma koşarken yoldan geçenler ona özel ilgi göstermesinler diye AKUT tişörtünü giymeyecek kadar yüce gönüllüydü... Ağrı Dağı'ndaki son fotoğraflarında İskender'in dudağının kenarındaki o ışıklı ve masum kan görülüyordu...
Bence İskender Iğdır'ın ayağı kaymadı. Uçurum çağırdı onu. Uçurumda kendi gibi birileri, gel, dediler ona. Yeter orada çırpındığın. O da bu çağrıya uydu. Hepsi bu..
Ali Küçük tanıdığım en iyi insanlardandı. Öyle ki iyiliği artık ona korkunç acı vermeye başlamıştı. Onu son kez Beyoğlu'nda görmüştüm, ayaküstü birkaç şey konuşmuştuk. Sesi inler gibi çıkıyordu... O da bu dünyayı, bu hasta insanları ciddiye alan bütün iyiler gibi şaşkın ve çaresiz; ortada bir suç varsa onu yine kendinden arıyordu... Ali Küçük, Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin sıradan bir neferiydi. Heryere koştururdu. Kim ne isterse onu verirdi. Bu dünyaya ait olmadığını iyi bilirdi, ama bu dünyanın asıl sahiplerinden daha ciddiye alırdı onu...
Partinin "Ve Özgürlük" adındaki dergisini o çıkarır, üyelere ve şubelere o dağıtırdı. Bu arada canından çok sevdiği kızı ve karısı vardı. Okul taksitleri ve ev kirası vardı... Derginin bütün mali sorumluluğu ondaydı. Bütün senetlere o imza atıyordu. Parti şubelerine gönderdiği dergilerin parası bir türlü gelmiyordu nedense. Derginin borçları biriktikçe birikiyordu. Kağıtçı, matbaacı Ali Küçük'ün kapısına dayanıyorlardı.. Çember giderek daralıyordu. Yardım istedi Ali Küçük. Tıkandım dedi, götüremiyorum, hiç olmazsa oturup biraz olsun konuşalım, dedi... Duyulmadı.
Parti, kimbilir belki o ara Türkan Şoray'ı, belkide başka bir ünlüyü, başka bir starı vitrinine katmaya çalışıyordu. Hem Ali Küçük sıradan biriydi, üstelik bizdendi; ihmal edilebilecek kadar yakındaydı; biraz daha bekleyebilirdi. Onunla daha sonra ilgilenebilirdi!.. Uzaktaki o ünlü insanlar daha önemliydi!..
Çember biraz daha daraldı. Ve Ali Küçük bir akşam Eminönü'den vapura bindi. Vapurun en arka tarafına geçti. BU BİR İNSAFSIZLIK, diye başlayan bir veda notu yazdı. Sonra çırılçıplak soyunup, yazdığı notu elbiselerinin arasına usulca koyup kendisini Boğaz'ın soğuk sularına bıraktı...
Bence intihar etmedi Ali Küçük; onu deniz, denizdeki kendi gibi birileri yanına çağırdı. Boşuna çırpınma, buraya gel, dediler. O da bu çağrıya uydu. İşte hepsi bu...
Çünkü iyiler erken ölür...
Birini ay çağırır yanına, öbürünü uçurumlar, bir diğerini denizler...
İyiler hisseder önce iyiliklerine bu hayatta yer olmadığını...
Ama acı verir onlara iyiliklerini karanlık bir yerde gizlice terketmek....
Bu yüzden ne kadar acı verse de, ait olmadıkları bu dünyayı herkesten daha çok ciddiye alırlar...
Geride kalanlar bilmeseler de onların incitilmiş kalpleri sayesinde yaşadıklarını...
Sonunda iyiler erken ölür...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz İçin Teşekkürler...