3 Eylül 2011 Cumartesi

Daha Fazla Yabancı Ölmek İstemiyorum

Daha Fazla Yabancı Ölmek İstemiyorum

Sana İyilikten, saflıktan ulaşamadım kendime burada... Burası durmadan hızlanan bir kent. Burada sonsuz arzu çarpışır. Sonsuz hırs. Sonsuz acı... En başlarda ne istedim tam bilmiyorum. Ama öyle açık ve duruydu ki gördüğüm her şey, nereye ve kime baksam beni kendisine inandırıyordu. Henüz içimde bir başkası yoktu. İçimde benden ayrı, bana karşı bir ses yoktu. Gidemediğim yerleri mutlu özlerdim, çünkü gitmesem bile bilirdim ki oraları da benden bir parçaydı. Çok az ve usulca konuşulurdu. Çünkü sessizlik vardı ve bu sessizlikte en küçük sesler bile çabucak yayılırdı her yere. Sessizlik kutsaldı, çünkü bütün sesleri o saklardı koynunda. Evlerin önünde küçük bahçeler vardı. Geceleri ışıl ışıl yanan küçük düş ağaçları vardı. Her şey bizim için yaratılmıştı sanki, göründüğü gibi olan ruhumuza göre. Geceler gündüzlere usulca sokulurdu. Yavaştı her şey. Çok yavaş... Kutsal ve sonsuz bir aynaydı gökyüzü. Kendisine içtenlikle ve sabırla bakanların ismini sayıklardı... O zaman da vardı kötülük, şiddet...

O zaman da vardı yalan, sevgisizlik... Ama yavaş dönerdi dünya. Garip, kutsal bir sessizlik vardı her yerde. Utanırdı kötüler yaptıklarından. Pişmanlık duyulurdu her yalandan sonra. Sanki mecbur kalındığı için sevgisizdi insanlar. Top oynardık mezarlıklarda. Ölüler dünyanın en sevecen insanlarıydılar. Hayatı onlar sevdirirdi bize. Aynı güneşin altına uzanırdık birlikte. O zaman bir tek kalbim vardı benim. Gözlerim bana aitti nereye gitsem. İçimde kendi sesimden başka hiçbir ses yoktu. Hayatın o dinmeyen ağrısıyla hatırlardım kendimi. Susar dinlerdim. O ağrıyı incitmemeye çalışırdı. Kaçmazdım ondan. Bilirdim ki istesem de kaçamam ondan. Güneşin doğuşuna ya da batışına nasıl saygı duyuyorsam ona da öyle derin bir saygı duyardım... Toprak, içimde sakladığım halde ulaşamadığım sevgiliydi... Kendimle değil toprağın sırrıyla yarışırdım. Kendimden değil, toprağın sırrından ürkerdim... Bu ürküntüyle barışmak için sık sık toprağa yüz sürerdim. Koklardım onu. Çıplak bir hazla yürürdüm üzerinde. Kalbimin üzerinde yürür gibi. Sonra sular geliyor aklıma. Aktıkça yüzün gibi aydınlanan sular. İlk orada hatırlıyorum seni. İçimde henüz bir başka ses yokken. Kalbim ve gözlerim sadece bana aitken... O suların peşinde, hayatımın peşinde, yüzünün peşinde... İlk orada, akıp giden sularda seninle kendimi gördüm. En çok sende sevdim kendimi. Akıp giden sularda. İlk kez sende gördüm gözlerimi... Akıp giden kalbimi... O parçalanmış ve sadece sana ait benliğimi ilk kez sende gördüm... O yavaşça dönen dünyayı, bütün sesleri içinde saklayan o kutsal sessizliği... Kendisine sabırla ve içtenlikle bakanın adını sayıklayan o sonsuz gökyüzünü... Gökyüzünün el verdiği o küçük düş bahçelerini... Toprakla sular arasındaydı kalbim. Bu yakınlıkta ne varsa, bu sır nereye varacaksa görmek isterdim... Çünkü öyle inanırdım ki kendime, nereye baksam seni görürdüm. Toprakla sular arasında giderek aydınlanan yüzüne. Dalgaların aydınlığı vururdu terkedilmiş evlere. Bir kapı açılır, içeri üşümüş bir ışık girerdi. Dışarıda bir sonsuzluk kimsesiz yanardı. Bir ceset vururdu sahile, ömrüm olurdu yorgun ve ıslak saçları... Sen olurdu yüzünü saklayan herkes... Sonra.. sonra biterdi toprak... Akmaz olurdu sular. Kirlenirdi o kutsal sessizlik... Düş ağaçları kesilirdi... Seni bekleyecek yer bırakmazlardı bana... Sürüklerdi beni peşinden hızlanan dünya, bu durmadan hızlanan kent... Sürüklerlerdi beni kalbimden ayrılan ikinci kalp, sürüklerdi beni gözümden ayrılan ikinci göz... Ruhumdan ayrılan öbür ruh, sürüklerdi beni... Artık bu kent o kent değil, bu kalp o kalp değil, bu gözler o gözler değil.. Seni sevdiğine inandığım o insan bu insan değil... Burada gidilecek hiçbir yer yok. İnsan en fazla o öbür, o yalancı kalbine çarpıyor... Burada insan en fazla o sahte gözünü hissediyor içi acıyarak... Ne kadar sevse de dünyanın bütün sevgisizliğini üzerine alıyor burada insan.. Hep başkalarının sahte yasını tutuyor...
Burada her sabah, her akşam insan yeniden, hep yeniden başlıyor hayatına. Sanki hiç yaşanmamış gibi, hiç gidilmemiş gibi, hiç ders alınmamış gibi... Burada insanın yalan yüzü değil, o en derinde sakladığı kalbi kararıyor önce... Artık burası herhangi bir kent: Kalabalık, doyumsuz, aceleci, konuşkan, acımasız, telaşlı, unutkan, intikam dolu ve hep kaybetmiş... Burada sistem, kirletilmiş arzularla içimize, beynimize sızıyor, o "kurtarılmış beyin hücrelerimize." İşte sevgiyi, yitirdiğimiz ve özlediğimiz aşkımızı, işte en derinde yatan insanlığımızı aradığımız yer burası... İşte seni aradığım yer burası: Her şey satılık burada, her şey ambalajlı. Sevgi, umut, ütopya, başkaldırı, inanç, ölüm, farklı hayatlar... Her şey, her şey satılık burada.. Burada her şeyin bir fiyatı var... Burası durmadan hızlanan bir kent... Aşk bile burada serbest piyasa kurallarına bağlı... Sahte bir kalple peşinden koştuğum bu dünya seni bana anlatmaz, artık biliyorum... Burası benim önümden koşan bir kent... Burada ikinci kalbimle, ikinci gözümle, ikinci benliğimle yarışıyorum. Burada kendimle amansız kavgalıyım... Seni sevdiğim kadar sevmedim bu hayatı, inan... Ne olur, bir tek buna inan... Çünkü sende gökyüzüm var. Sende sonsuz yağmurlarım, kutsal sessizliklerim var... Sende o küçük düş ağaçlarım var... Affet bu küçük insanlığımı... Affet peşinden geldiğim bu kenti.. Affet o derin doyumsuzluğumu... Göremedim affet, sen bu kentte denizden çıkan bir cesettin. O yorgun ve ıslak saçları ömrüm olan bir ceset.. Affet beni.. Gidilecek başka bir yer yokmuş bu kentte... Toprakla akan su arasındaki yüzünden başka... İşte bunu öğrettin bana... O sessiz, o kutsal yüzünle bana bunu öğrettin. Bu kentte aşk olamayacağını... Beni kendine çağırdın. Beni masumiyetime... Beni hayatımın akşamına çağırdın. Akşamın o ıstıraplı eşiğine... Sen diye yalvardım ölü anneme, yalvardım, çünkü hiç kapılmadı o bu kentte:Ağladım başında ve neden anne dedim, neden birbirimizi gerçekten sevemiyoruz... Bir pişmanlık anıtının, bir sevgi mezarlığının başında ağlar gibi.. Nereye gitti onca dostum... Onca sevgilim. Ben miydim yaşayan onca ayrılığı... Dayanmak zor, gerçekten zor...
"Ne bir geçmiş ne bir hayat,
hepsi birer sahte ölüm
hileli rus ruleti,
iyilik şölenlerinden anı,
dostların acemi hançerleri.
Bir kurdun boynunda yatıyorum.
Uzak odalarda eksik bakışlı bir gurur karşılıyor gün doğuyor,
kuytu sokağın çengileri
gökyüzünün saatlerini çalıyor,
uyanıyorum.
İçimdeki keşiş ölmüş
bir kurt!
Boynunda dişlerimin izleri..."*
Son bir umutla sana sarılıyorum sevgili. Dünya nereye giderse gitsin, bir tek sen kaldın bu kentte, bir tek sen kaldın içimdeki iyilik yüzünden utandırmayan beni... Ben bu dünyadan kaçtım ve gidecek başka yerim yok... Burası içimi kanatarak hızlanan bir kent... Bir yanım ölüm, bir yanım sen... Sevgiliysen tanı beni, bil öyleyse... Dediğin gibi sevgili, daha fazla yabancı ölmek istemiyorum sana... *

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz İçin Teşekkürler...